Nedir hipertrofi, bir bakalım.
“Hücre ve organ boyutlarında artma, çoğu kez artan iş yüküne yanıt olarak; mekanik stres veya diğer uyaranlar nedeniyle üretilen büyüme faktörleri tarafından başlatılır. Hücreleri bölünme yeteneğinden yoksun dokularda görülür. Hipertrofide yeni hücreler değil, yapısal elemanların miktarları artmış daha büyük hücreler söz konusudur. Hem fizyolojik (normal) hem patolojik durumlarda görülebilir. Gebelik sırasında rahmin büyümesi, sporcularda kas kitlesinin artması fizyolojik hipertrofiye örnek iken; hipertansiyonda kalp büyümesi patolojik hipertrofiye örnektir.”
Necla Nazır bilinç hipertrofisi olmuş, yakalanmış yani.
Bir şekilde ama üfürükçülerin eline mi düşmüş, yoksa başka bir yozlaşma merkezine mi gitmiş, bilmiyorum. Bildiklerim, açıklamalarının normal ve kabul edilebilir olmadığıdır.
Bir örnekle anlatayım şimdi, argümansız bol keseden sallamak olmaz.
Şöyle diyor kendisi bir röportajında:
“Bizim dinimizde Yüce Rabbim kadınlara öyle haklar tanımış ki, kadın o kadar değerli ki… Bizim dinimizde siz mutlaka biliyorsunuz ama hatırlatmak için söyleyeyim. Mesela, bir kadın çalışmak zorunda değil biliyor musunuz? Bir kadın çocuklarına bakmak zorunda değil ve bir kadın emzirmek zorunda değil. Bütün bunlar kadının hakkı, biliyor musunuz? Kadının eşi, ev işlerini yapan bir hizmetkâr tutmak durumunda, süt annesi tutmak durumunda! Bütün bu haklar Allah tarafından İslam’da verilmiş.”
Bilmiyorum.
Herkes Ferdi Tayfur’la evli (!) değil sonuçta.
Evet, bu söylemler Necla Nazır’a ait. Sizler de bir yerlerde rastlamışsınızdır bu videolara belki.
Algoritmanız sağlamsa rastlamamışsınızdır.
Ne mutlu size!
Ben maalesef bir gün rastladım ve bu tür bir kulak bilgisi kulağıma çalınmıştı yıllar önce.
“Öyle miymiş, aman da ne güzelmiş,” diye bir kulak bilgisiydi bu. Üzerinde bugüne kadar oturup düşünmedim bile.
Normalleştiren bir anlayışa rastlamadım.
Nereden baksanız, akla mantığa sığmayan bu görüşe kızmadan edemiyorsunuz.
Birinci olarak İslami açıdan bakalım, bakmaya çalışalım en azından. Öyle bir şey yok.
Feminizme yaklaşan bu açıklamanın mantığı kabul edilebilir gibi değil.
Ne teolojik olarak ne psikolojik olarak ne de edebi bir tarafı var. Felsefesi hiç yok.
Ne İslam felsefesine sığar, ne hukuka, ne de insan haklarına. Belli bir düşünce sistemine dayanır mı? Hiçbir tarafı yok.
Yok mu? Yok.
Bu nedir biliyor musunuz?
Burjuvazi.
Burjuva İslam’ı ve maalesef kendileri gibi İslam’ı siper ederek karanlıklara sürükleyenler ordusunun İslam anlayışı.
Meseleyi İslam’la açıklamayacağım zaten, konumuz o değil. Çünkü bu hususlar İslam’da açıkça belirtilmiştir. Yani külliyen yalan olan bu uydurmanın delilleri çok açık İslam’da:
“Emzirmeyi tamamlamak isteyen için analar çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak da babanın borcudur. Hiç kimse gücünü aşan bir şeyle yükümlü kılınamaz. Ne ana çocuğu yüzünden zarara uğratılsın ne de babası çocuğundan dolayı zarar görsün.” (el-Bakara 2/233)
Feminist gibi görünen bu açıklama, feminist görüşe de ayrıca bir hakaret niteliği taşıyor.
Çünkü halkın nabzına salınan bu görüş, bu açıklamalar, bu yalanlar kadını tümden yok saymakla kalmayıp tamamen kişiliksizleştiriyor. Çalışma hayatından yoksun bırakmaya çalışıp kadını toplumdaki yerinden soyutlamaya çalışıyor.
Yani, “Hanımlar, koca parası yiyin,” diyorlar açıkça ve namertçe.
Hümanist bir çerçeveye sığmayan bu görüş ve anlayışı boşa koyuyorsun, dolmuyor; doluya koyuyorsun, almıyor.
İddia ediyorum, bu anlayış bize enjekte edilmeye çalışılıyor.
Burnuma pis kokular geliyor, midem bulanıyor.
Nasıl bir dezenformasyonun içinde olduğumuzu bir kez daha gözler önüne seriyor.
Büyük yazar Émile Zola karşımda duruyormuş gibi, sanki hesap soruyormuş gibi.
Sanki, “Ben kadın haklarını boşuna savunmuşum; ne haliniz varsa görün,” diyormuş gibi.
Durumun vehametini anlatmak için kelimeler boğazıma dizilmiş gibi.
Anlatmak istiyorum ama büyük şairin dediği gibi: “Anlatamıyorum.”
Ama anlatacağım sizlere. Sizler iyi ki varsınız ve şu anda bu yazıyı okuyorsunuz.
Zola’nın orijinal ismi Fécondité olan, Türkçe çevirisi “Döl Bereketi” olarak çevrilen eseri doğurganlık ve bereket anlamına gelir. Bu kelimenin muhtevası bakımından çok zengin oluşudur birinci özelliği. İkinci özelliği ise tabii ki konusunun bu kadar kapsayıcı oluşudur. Bolluk, bereket, doğurganlık… Ne kadar söz söylense, ne kadar kitap yazılsa anlatmaya yetmez. (Fransızca bilmediğim için bu konuda desteğini esirgemeyen, saatlerce bu kelimenin anlamını konuştuğum, tartıştığım arkadaşıma da teşekkürü borç bilirim.)
Sevdiklerime genelde ne yapmaları gerektiğini söylemek gibi bir huyum yok ama bu seferlik affola.
“Döl Bereketi,” her anne adayının anne olmadan önce okuması zaruri bir kitaptır ama sakın ola ki kitabın kalınlığı gözünüzü korkutmasın. Dizi izliyormuş gibi…
Zola zaten kutsal olan anneliği kutsamış ve doğum kontrolü, çocuk sahibi olma-olmama, emzirmek, toprak işçilik vb. gibi konularda insan psikolojisinin derinliklerine inerek arketipten başlayıp yaşadığı döneme kadar insan olmanın eril-dişil ruhunda nasıl izler bıraktığını anlatmakla kalmayıp kolektif insan ruhundan bireysel oluşumuna katkısı olan bir şahesere imza atmıştır.
Ne büyük bir üstattır o.
Şimdi konumuzla ne ilgisi var diye soracaksınız, haklısınız.
Çok ilgisi var.
Büyük yazar emzirmenin kutsallığından, bereketinden bahseder.
Doğacak olan çocukların rızkının toprak anaya ait olduğundan bahseder.
Çocuk bakmanın ve büyütmenin nihai mutluluk olduğundan bahseder.
Çocuklarla bir evliliğin nasıl son bulacağından ya da nasıl bereketleneceğinden bahseder.
Bahseder de bahseder büyük usta; zor bırakır kalemini elinden, sadece bir özetini geçer. Asıl mutluluğun…
Gelelim güncel konumuza:
Necla Nazır, kendi deyimiyle topluma mal olmuş insanların bu tarz söylemlerinde daha dikkatli davranmalarını sizin, benim, toplum adına salık vermeyi bir borç bilirim.
Haddim olmayarak Necla Nazır’ı yerin dibine sokmak, sözlerle saldırmak, zaten zor olan hayatını iyice zorlaştırmak niyetinde değilim. Bu yazdıklarım ve söylemlerim onun şahsına ait değildir. Yazının başında belirttiğim gibi, ben bu sözleri ilk Necla Nazır’dan duymadım; ta ahir zamandan duymuştum bu sözleri. Dedim ya, enjekte edildi bu sözler ve daha niceleri.
Bize birileri bir şekilde kulaktan duyma bilgileri enjekte ediyor. O kadar saçma şeyleri tartışıyor, konuşuyoruz ki işler çığırından çıkıyor.
Bugün Müge Anlı’yı çileden çıkaran üfürükçünün tehditkâr sözleri de akıllara durgunluk verircesine. Daha bugun programında konuşuldu. Enjekte olmuşlar cunku coktan daha koklerinden enjekte olmuşlar. Planli bir sıçrayışla hareket etmemiz lazim isimiz cok zor.
Sevgili okuyucularım, sizler olmasanız herkesin verdiği gibi kendimce ben de kişisel tepkiler verip bir sosyal medya faciası diye kendime tekrarlayıp önemsemez geçerim. Ama sizler varsınız, iyi ki de varsınız. Bu konuyu irdelemek boynumun borcu.
Kadın emzirmek zorunda değildir. Doğası gereği zaten bunu seve seve, isteye isteye yapar.
Anne sütü mucizedir. Çocukları bütün hastalıklardan korumakla kalmayıp çocukla anne arasında özel bir bağ oluşturur.
Kadın çocuklarına bakmak zorunda değildir. Doğası gereği zaten bunu yapar. Bu bir zorunluluktan öte, kadının hayatla bağıdır.
Kadın çalışmak zorunda değildir. İnsan olmak üretmek, ortaya bir şeyler koymaktır.
Kadın ev işleri yapmak zorunda değildir. Onun yerine başka bir kadın çalışacak, bu kadar bencilce mi yaşanmalı hayat? Bizim burjuva İslaminda, olsa daha iyi olur.
Süt annesi bulacak eş ve parasını ödeyecek. Niye süt varken süt anne? diye sordum kendime.
Anneme sordum (konuyu belirtmeden, sadece soruları sordum), küçük bir test yaptım aklımca. Peki kadın ne yapacak? dedi masumca.
Kadın…
Kitabımın konusu olan kadın ki beni onca zamandır, yaklaşık olarak 3 yıldır, aralıksız eğitimler almaya, okumaya, araştırmaya mecbur eden kadın.
En iyi bildiğim ve hiçbir şey bilmediğim kadın.
Anlaması zor, anlatması daha daha zor.
Derya deniz.
Kadın olmak.
Okyanus olmak demektir.
Okyanusun sırları çözülürse kadın olmanın da sırları çözülür.
Doğurandır.
Bereketir.
Öznur Mısral- NHaber.nl