Şiddet, insanlık tarihi kadar eski bir yara. Neden insan şiddete başvurur, neden şiddete maruz kalır? Bu soruların yanıtı tek bir sebebe indirgenemez; şiddet bireysel bir zaaf değil, psikolojik, toplumsal, fizyolojik ve hatta coğrafi boyutları olan çok katmanlı bir olgudur.
Çocuklukta yaşanan travmalar, bireyin iç dünyasında açılan derin yaralar, ilerleyen yıllarda şiddet davranışlarına zemin hazırlar. Sevgiyle değil korkuyla büyüyen çocuklar, gücü kutsamaya başlar; böylece şiddet, acizliğin maskelenmiş bir hali olur. Aslında her şiddet, “Ben varım!” diyen bir yardım çığlığıdır.
Şiddet yalnızca bireysel değil, toplumsal bir üründür de. Kültürel kodlar, ata sözleri ve gelenekler şiddeti normalleştirir, nesilden nesile aktarır. Yoksulluk, adaletsizlik, eğitimsizlik gibi toplumsal sorunlar da şiddetin zeminini besler. Fizyolojik faktörler de bu döngüye eşlik eder; beyindeki kimyasal dengesizlikler, madde bağımlılığı gibi etkenler bireyin dürtülerini zayıflatır.
Coğrafyalar da şiddetin kaderini çizer. Savaş ortamında büyüyen çocuklar, şiddeti savunma mekanizması olarak içselleştirir. En derin yarayı ise kadına yönelik şiddet açar. Toplumsal cinsiyet rolleri, kadını değersizleştiren anlayışlar, kadına şiddeti besler ve meşrulaştırır.
Şiddet bir çözüm değil, uzun bir yıkım sürecidir. Bedende olduğu kadar ruhun kuytularında da kanar. Şiddeti konuşmak, görmek ve çözüm üretmek hepimizin ortak sorumluluğudur.
Çözüm; çocuklara duygularını tanımayı öğretmek, adaleti sağlamak, eğitimi yaygınlaştırmak ve her türlü şiddete sıfır toleransla yaklaşmaktır. Çünkü şiddetin panzehiri güç değil, sevgidir; öfkenin ilacı baskı değil anlayıştır.
Şiddetin yankılandığı her sokakta bir çocuğun kahkahası susar. Geleceği değiştirmek için elimizde bir taş değil, bir çiçek taşımalıyız. Şiddeti beslemek değil, merhameti büyütmek için çabalamalıyız.
Unutmayalım:
İyileşmeyen birey, yaralı bir topluma dönüşür.
Ve şiddet, iyileşemeyen toplumların sessiz çığlığıdır.
Şiddeti değil, sevgiyi büyütelim.
Çünkü gerçek zafer, başkasını değil; kendi öfkemizi yenmektir.
Gerçek güç; öfkesine yenilmemekte, nefsini dizginlemektedir.
Nitekim Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
“Gerçek pehlivan, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olandır.”
Şimdi susmuş çocuk kahkahalarını yeniden duymak için, elimizde taş değil, çiçek taşımalıyız.
Gelin, şiddetin karanlığına sevgiyle ışık tutalım.
Çünkü iyileşmeyen birey, yaralı bir toplum demektir.
Ve şiddet, iyileşemeyen toplumların sessiz çığlığıdır.
Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Aşk, şiddetin panzehiridir.
Sevgiyle yıka ruhunu, şiddetin kiri aksın gitsin.”
Dostoyevski’nin fısıldadığı gibi:
“Gerçek zafer, başkasını değil; kendi öfkeni yenmektir.”
Şerife Bozoğlan Eker-Nhaber.nl