Yavuz Nufel

Konstantin’in Sırrı: Bizans’ın Sırrını çözmek!

featured

Günün yorgunluğu gözlerine vurmuştu. Omuzları sabah olduğundan biraz daha çökmüştü. Yorgun gözlerine bilgelik katan gözlüklerinin camını sildi ve yeniden taktı. Gözlüklerinin üstüne düşen gümüş renkli gür saçlarını elini tarak gibi kullanarak geriye doğru taradı. Gazetecilerin olmazsa olmazı çantasını sağ omzuna astı. İçindekilerden sağ omzu biraz daha aşağı çöker gibi oldu.

Çantayı omzuna takmasıyla birlikte bir eda ile “Ağbi şimdi çıkabiliriz!” dedi.

konstantininsirri

Asansörlere doğru yürürken “Bunu duyan 3-5 kişiden biri de sen ol istedim” diye açtı konuyu.

Hikâye bir kızın bulduğu muskayla başlıyor akabinde gelişen olaylar zinciriyle tarihin derinliklerinde yarı gerçek yarı fantastik öyküler silsilesi ile devam ediyordu.

Daha Kanal’ın kapısından çıktığımızda ben romanın içine girmiştim bile. İlk gördüğüm arabaya dikkatlice baktım. Bu o araba mıydı acaba, o araç olabilir miydi?

“İstersen yürüyelim” dedim. Galata köprüsünün üzerine geldiğimizde Rumeli Hisarı yapılmadan Fatih’ in o bölgeye gönderdiği dergahın müritleriyle yürüyorduk sanki…

Çocukluğumda seyrettiğim zaman tüneli gerçek olmuştu. Her kurduğu cümlede 500 sene öncesine dönüyordum.

“Boğaz’ı, Topkapı’yı Haliç’i, İstanbul’un büyük bir kısmını görebileceğimiz bir yer biliyorum, istersen orda oturalım” dedi.

Karaköy yokuşundan Galata Kulesi’ne doğru çıkarken duyduğum metal sesi ile irkildim! Bu sesler Bizans’ın fetihten önce Haliç’e gerdiği zincirlerin çıkarttığı sesti! Öldürülen meçhul
kişiye ait kaza süsü verilmiş cinayeti işleyen şu karşımızdan gelen adam olabilir miydi? Gittiğimiz mekânın terası hava soğuk olmasına rağmen oldukça doluydu. Tam karşımızda Topkapı sarayı sağımızda Haliç… Isıtıcıların altında bir yer bulup oturduğumuzda acaba o muskayı buradakilerin birinin boynunda görebilir miydim? Çünkü gümüş renkli gür saçlı
adamın beni buraya getirmesi tesadüf olamazdı. Acaba muskayı bulan muskayı bulduktan sonra hayatı alt üst olan şu uzun saçlı kız mıydı? Evet! Evet, evet, evet! İlerideki masada oturan orta yaşlı adam, o gazeteci değil mi?

Sol tarafımızda bir masada burun buruna; göz göze sevişen, birbirini çılgınca seven iki sevgilinin kendilerinden bile haberleri yoktu. Hiç kimse beni kandıramazdı. Her 10 dakikada bir gelip bir şey isteyip istemediğimizi soran garson kılığındaki adam sivil polis ya da MİT ajanı! Gümüş renkli gür saçlı adam küçücük bir bilgiyi doğrulatmak için senelerce beklemişse de, “doğru ya da değil” diye bir cevap alamamıştı kendisinden!

Romanın bütün kahramanları terasında oturduğumuz tarihi mekânda toplanmışlardı! Soğuk havaya rağmen zaman tüneli içinde süratli bir şekilde yolculuk etmekten yorulduğumu fark
etti gümüş renkli gür saçlı adam.

“Tavla bilir misin?” dedi. “Son 20 yıl yenilmediğimi” söyledim.
“O zaman Tophane’ de bir yer var seninle orda bir tavla oynayalım” dedi; “olur” dedim.
Çıktığımız merdivenleri ve yokuşu iniyorduk. Bir köşe başında saçı sakalına karışmış her adımımızı takip eden adamı gördüğümde ürpererek acaba o olabilir mi düşüncesiyle
saçlarına baktım, değildi. Yıllardır yenilmemiş bir tavlacı olarak, Bizans’ın tekfuru edasıyla girdiğim mekanının duvarlarındaki rengarenk tabloya iliştiğinde gözüm; gümüş renkli gür şaçlı adam; ünü dünyayı sarmış meşhur ressam Siyah Kalem’den bahsediyordu. Duvardaki rengârenk tablo birden siyah beyaza dönüşüverdi, ya da hep siyah beyazdı da bana mı rengârenk gelmişti.

Açılan Pandora’nın kutusu muydu, yoksa çözemediğim sırların içinde saklandığı bir kutu mu, diye düşünürken hem kendi hem de benim pullarımı çoktan dizmişti bile gümüş renkli gür saçlı adam…

Hangi yılda, hangi mekândaydım; ben kimdim ve karşımdaki adam kimdi? Yıllar, mekânlar, olaylar, insanlar birbirine öylesine karıştı ki cevapsız sorular girdabından beni ancak Kızıl Saçlı Adam kurtarabilirdi…

Karşımdaki gümüş renkli gür saçlı adam, “Ağbi 6-0 oldu” dediğinde ben 6. gemiyi Kasımpaşa sırtlarından Haliç’e indirmek üzereydim… İç içe geçen zaman ve mekân sarmalında kurguladığı bilmeceleri çözmeye çalıştıkça daha fazla kördüğüm
oluyordum.

Teslim oldum Bizans’la birlikte; 20 yıllık yenilmezlik unvanım, tarihi surları döven top mermileri şiddetinde attığı zarlarla yerle bir olmuştu!

Kızıl Saçlı Adam’ı bulmalıydım.

Okuduğum hiçbir romandan, hiçbir öyküden bu kadar etkilenmemiştim. Ve bulmak
zorundaydım! O bir roman kahramanı, fantastik bir kurgu olmazdı! Yoksa uyku haramdı bana.

Hiç farkında değilim bir parti daha oynamışız ve ben nasıl olduysa 4 oyun alabildiğimi; ancak gümüş renkli gür saçlı adam, “ağbi bu da 5-4” dediğinde öğrendim! Yenilmişim!
“Çok şükür, 6-0’dan iyidir bari”, gibi bir cümle kurduğumu hatırlıyorum!

“Bak, şimdi seni nereye götüreceğim, hiçbir yerde şubesi olmayan bir tatlıcıda bitirelim bu güzel akşamı” dedi; “tamam” dedim.

1000. yılın başından beri günümüze kadar saklanmış tarihi emanet orda olmalıydı. Tavla üstüne baklava, bu yaşıma kadar çok yendim yenildim ama tavla üstüne baklava ne yedim ne de yedirdim… Mutlaka bir açıklaması olmalıydı… O tarihi emanet orada olabilir miydi, ya da gözlerimin her yerde Kızıl Saçlı Adamı aradığını mı fark etmişti gümüş renkli gür saçlı adam… O yüzen baklavacıya götürüyordu beni beklide.

Yürüdüğümüz her adımda İstanbul üzerine kurulmuş ticari oyunlar, gizemli tarikatlar neler yapmışlardı nasıl örgütlenmiş ve nasıl deşifre olmuşlar, soruları aklımdan geçerken henüz deşifre olmamış, gün ışığına çıkarılmamış gizemli gizli tarikatların hangi binanın karanlık mahzeninde olabileceğini düşünüyor bir yandan da binalardan fal tutuyordum.

Başka şubesi olmayan baklavacıdan ellerinde paketlerle bir çocuk çıkıyordu. Bu çocuk Ayasofya ya yeniden çan dikme hayalleriyle büyüyen çocuk olmalıydı bu saatte sokaklarda
çocuğun ne işi olabilirdi? Kesin, bu çocuk o çocuktu!

Yediğimiz baklavanın üzerine içtiğim su ile zaman ve mekan kavramları yerli yerine oturmaya başlamıştı… Gümüş renkli gür saçlı adam, “kısaca böyle ağbi, diye noktaladığı sözlerini…

Dinlediklerimi kendimce anlatmam, özetlemem, mukayese etmem gerekirse; “Bu sana kapak olsun Da Vinci Şifresi’nin yazarı… Sen bizim gümüş renkli gür saçlı adamın kitabı çıksın da gör” dedim belli belirsiz…

Sır içinde sırlarla örülmüş, simgeler imgelerle örtülmüş olaylar zincirinin bir işe yarmayan, Bizans’ın Haliç’e çektiği zincir gibi kalması için Kızıl Saçlı Adamı bulmam gerekiyordu…

“Ağbi bu saatte en iyisi tramvay, seni otelin tam önüne bırakır, dedi gümüş renkli gür saçlı adam. Karaköy’den Eminönü istikametine giden tramvay durağında o “işte kısaca böyle”
cümlesini bitirmeden ben gözümle Ayasofya’nın minarelerini aradım heyecanla… Çok şükür yerindeydiler!

Tramvay geldi, bindim. “Allahaısmarladık yarın görüşürüz diyecektim” ki gümüş renkli gür saçlı adam aniden yok oldu!

Tramvay, Galata Köprüsünün tam ortasına geldiğinde, ben yolculara tek tek bakmıştım. Hiçbiri değildi. Ve beni deli diye şikayet edecek cesareti hiç birinin gözünde göremeyince, üç kez arka arkaya “ Evreka!… Everaka!.. Evreha!…” diye bağırdım…

Arşimet’i tanımadıklarından ve beni turist sandıklarından olacak, bir iki yolcu kendi aralarında, “ Tramvaya yanlış bindi her halde inmek istiyor bu turist” dedi… Öteki, “nece konuşuyor bu anladın mı” diye sordu; diğeri cevap verdi, “tipine bakılırsa Macarca ya da Polonyaca” dedi… Normal şartlarda güler ve cevap verirdim ama vermedim, vermezdim…

Çünkü gümüş renkli gür saçlı adamın aslında Kızıl Saçlı adamın ta kendisi olduğunu nasıl fark edemediğimin şaşkınlığı içindeydim…

Not: Yaşar İliksiz’in Konstantin’in sırrı kitabının ardından yazarla buluşma / şiddetle tavsiye ederim.

Yavuz Nufel –  ( Arşivden )

Konstantin’in Sırrı: Bizans’ın Sırrını çözmek!

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.