Yirmi yıl öncesine kadar Kapıkule’den ya da Atatürk Hava Limanı’ndan çıkan sanatçılarımızı Avrupalıların “4×4” gözle beklediklerine inanır, konser sonrası necip basınımızın “Avrupa’yı salladı” “… Rüzgarı Esti”, “Avrupalıları Büyüledi” başlıklı haberlerini Eurovizyon’da birinci olmuşuz gibi göğsüm kabararak okurdum…
Avrupa’ya ayak attığımın ilk aylarında bunun böyle olmadığını gördüm, anladım ve şoke oldum.
Konserlerin hemen hemen hepsinde salon görevlilerinden başka bir Avrupalı insanı ilaç niyetine bulmak bile mümkün değildi… ( şimdilerde ise salonlar vatandaşlarımızın kendi mülkleri olduğundan haliyle görevlilerde bizden! İlaç niyetine sallanacak bir Avrupalı bulamazsınız…) Kendimiz çalıp, kendimiz oynuyoruz anlayacağınız…
Konserler, Anadolu kasabasında bilmem hangi toprak mahsulü adına düzenlenen festival havasında geçer… Kebaplar, sucuklar, ayranlar, salon kenarlarına kurulan hediyelik eşya tezgahları da cabası!…
Sadece Hollanda’da vatandaşlarımızın kurduğu bin dört yüz’e yakın vakıf dernek olduğu düşünülürse, her vakıf “birlik ve beraberliklerini” sergilemek için yılda bir kez de olsa düzenledikleri gecelerde bir araya geliyorlar… Bu tür etkinliklerin, “ Birlik ve berberliğin” sergilendiği gecelerin “olmazsa olmazı” ise Türkiye’den gelen/getirilen bir sanatçının (!) vereceği konser…
Menajerlerinin üstün kabiliyetleri(!) sayesinde yaz aylarında bir-iki sebze meyve festivalinde sahne alan bu zavallılar, sonbahar mevsimini ortalarında birer ikişer Avrupa Konserlerinde boy göstermeye başlar…
İlk baharın sonlarına kadar hafta sonları Avrupa’nın hemen hemen tüm büyük şehir merkezlerinde bu sanatçılarımızın(!) üç-beş tanesine mutlaka rastgelirsiniz…
“ Sanatçı” kelimesi kişiliğine ve bedenine beş numara büyük gelen bir şarkıcı, türkücü Türkiye’de tele volelere, magazin sayfalarına çıkma şansını yakalamış da olsa, yakalamamış da olsa, vay organizatörlerin haline!.. Ya Türkiye’de gördüğü ilginin kat kat fazlasını bekler ya da Türkiye’de görmediği ilgiyi görmenin verdiği şımarıklık, kapris ne kadar sanatçıya yakışmayan huy varsa bünyelerinde toplamayı bilirler… Davet eden hangi kurumun, vakfın ya da ev sahipliğini yapan kişi ve kişilerin analarından emdikleri süt burunlarından gelmekte gecikmez.
Burundan süt gelme/getirme işine sanatçı(!) önce kaldığı oteli beğenmemekle başlar, yediği yemek, salon, sahne, ses düzeni gibi konularla devam eder. Hatta, kendisi ile fotoğraf çektirmek isteyenlerin çok olması da, az olması da hiç olmaması da “sanatçı”yı memnun etmeyeceğinden sanatçı denen şahıslar “burundan süt getirme işini ustalıkla ve aza ile sürdürürler.
Lütfen, “Kim bu sözünü ettiğiniz sanatçılar, bir- iki isim verir misiniz?” şeklinde ricada bulunmayın… Şöyle bir-iki dakika düşünün yeminle en azından aklınıza on, beş isim mutlaka gelecektir…
İşimiz isim vermek değil, gocundurmak… . Ne demiş bizden önce bu handan dört nala gelip gidenler, “Yarası olan gocunur”
Elbette ve gerekirse isim vermekten çekinmeyeceğimiz gibi ömrümüzde gözümüzü budaktan, sözümüzü dudaktan ve duyacak kulaktan esirgemediğimiz tanıyanlarımızın malumudur.
Ha, unutmadan; hem Avrupalıların hem de vatandaşlarımızın hayranlıkla izlediği istisna sanatçılarımız hiç mi yok diyorsanız, var elbette… O yüzden o sözünü ettiğim sanatçılar birer kavundur; iyi mi, olmuş mu, ham mı, kelek mi Avrupa’da koklanır..
Söze yekün tutalım ve Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim. Bu konuda gerek getirdiği sanatçılar açısından, gerek konser salonları açısından gerekse sanatçıları izlemeye gelenlerin değişik uluslara mensup olması açısından MYSTİEK Productions başta olmak üzere PREMİERE Productions ve ORONTES Productions’u tek geçerim.
Yavuz Nufel- N’Haber.nl