Yazar Çiler İlhan, bir dayanışma ve umut hikayesi olarak nitelendirilen romanı ‘Hayattayız Madem ile ilgili soruları yanıtladı. Gazete Duvar’dan Beyhan Sunal’ın röportajını sizler için alıntıladık.
Çiler İlhan’ın ‘Hayattayız Madem’ adlı romanı Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Halep’ten Amsterdam’a, Meryem’den Batya’ya göçe ve soykırıma maruz kalan ve aidiyetlerini sorgulayan insanların kesişen hikayelerini anlatıyor İlhan. Halep’ten Türkiye’ye kaçan Meryem’in hayatı Yahudi bir ailenin evinde bambaşka bir yöne evriliyor. Önceki kuşaklarında toplama kamplarına gönderilen fertleri olan aile, Meryem ile bu yüzyılın soykırımına da tanıklık ediyor.
‘Hayattayız Madem’ dünyanın göç genetiğini yansıtıyor adeta… Suriye’den İstanbul’a, Berlin’e ve Hollanda’ya uzanan bir silsilede aidiyet, sınır, kimlik, aile, kadının varoluşu sorgulanıyor. Kitap tüm bunların izini kadın kahramanlar üzerinden sürüyor. Bu bir tercih mi?
Aslına bakılırsa kitabın can bulan ilk karakteri, dört ana karakterden tek erkek olan Cos idi. Kadınlar hikayeyi düpedüz ele geçirdi, iyi de yaptılar. Yazılma sürecinde, özellikle Suriye’yle ilgili araştırmalarım derinleştikçe bu evet, tercihe dönüştü çünkü ne yazık ki savaş gibi toptan bir yıkım sürecinde veya herhangi bir toplumsal karışıklıkta kadınların işi daha zor. Yoksunluğun her türlüsüyle başa çıkmak zorunda kalmanın yanı sıra cinsiyetlerine yönelik şiddete maruz kalıyorlar. Ayrıca insan yavrusu kadın bedeninde büyüdüğü için soyu kırmak adına bu kaynağı duygusal ve fiziksel olarak parçalamak, yok etmek veya soyu değiştirmek amacıyla bu bedene başka döller bırakmak, işgalci güçlerin olağan hedeflerinden olageliyor… Öte yandan asırlardır erkeklerin hükmettiği, halen her cins için daha adil bir düzen yaratmaya çabaladığımız bu dünyada insan üstü bir dirayet geliştirmiş olduklarını düşünüyorum kadınların. Anlatacak daha çok ve daha çeşitli hikayeleri var, yaşantıları daha derinden kavrayabildikleri kanısındayım.
Meryem-Gül’ün Halep’te hem kocasıyla hem de IŞİD’in eline düştükten sonra yaşadıkları insanın dayanma gücünün ötesinde. Bu şiddeti yazıya dökmek çok zor ve tuzaklarla dolu olsa gerek. Ben okurken şiddeti anlatmadığınızı ama bir şekilde olanları okura geçirdiğinizi düşündüm. Bunları yazarken siz ne yaşadınız?
Araştırma süreci çok sancılı oldu. Belgeselleri, tanıklıkları, telefonla gizlice çekilmiş kayıtları izlerken sıklıkla ara vermek durumunda kaldım. Kimi Ezidi kadınların başına gelenler Meryem’inkilerden dahi berbat. Bazen günlerce dönemedim araştırmaya, özellikle dokuz-on yaşında çocuklara bile yapılanları okuduktan sonra… Şiddeti açık açık anlatmadım, hem teknik olarak bu yolu seçmedim hem anlatamazdım da… İnsan yüreğinin kaldıramayacağı bu konuyu kaleme alırken herhalde o ağırlık satırlara geçti?
Meryem’in Halep’teki ev hayatı, kocasının sırtını dine, geleneğe yaslayıp uyguladığı sistematik şiddet ise ne yazık ki bir Türkiye gerçeği de… 27 Şubat’ta The Guardian’a haber olduk hani, “1 günde 7 kadın öldürüldü” diye. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun “yakaladığı” rakam 2023 için, 315 cinayet. Daha da acı olan, bu kadınların yüzde 65’inin kendi evlerinde öldürülmüş olması. Yani kadınların köylerinin, kentlerinin “düşman” tarafından işgal edilmesi gerekmiyor, kendi evlerinde azılı düşman muamelesi görüyorlar zaten. Kaldı ki bu rakamın gerçeklerin çok altında olduğunu tahmin ediyoruz, biliyoruz; aynı yıla ait 248 şüpheli ölüm vakası da var. Öldürülene, intihar edene kadar kaç kadın ve aslında dolayısıyla kaç çocuk, kaç çatı altında neler yaşıyor olabilir, düşünmek bile insanın kanını donduruyor.
Pek çok insan göçmenlerin ülkelerine geri gönderilmesini konuşurken kitapta Teşvikiye’deki Yahudi bir aile adeta Meryem’i evlat ediniyor. Meryem’in Ahuva ile karşılaştıktan sonraki hayatı biraz tozpembe görünüyor. Biraz gerçeküstü gibi hatta. Ama genel kanıya bakarsak bir göçmeni eve almak da şu koşullarda çok gerçeküstü. Bu tercihin sebebi neydi?
Suriyeli bir mülteci olan Meryem’in Teşvikiye’de bir eve neredeyse kazara girip bir süre orada barınması günlük hayatta pek olabilecek bir şey değil gibi, haklısınız. Ben de kafa yordum buna. Karakterlerimin dönüşüm geçirmesi için böyle bir düğüm lazımdı. Benim için mesela savaşa ait bilgilerin, kaçış rotalarının tutarlı olması daha önemli, nihayetinde gerisi kurgu… Birkaç yıl sonra ise gerçek hayatın edebi hayattan aslında daha iddialı olduğu hissiyatı bir kez daha geldi buldu beni: Rusya, 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal edince merkez yönetimin tahsis ettiği barınma merkezleri yetmediğinden, Hollandalılar Ukrayna’dan kaçanlara evlerini açtı. Bu iş elbette merkezi idarenin kurallarıyla, VluchtelingenWerk Nederland gibi sivil toplum kuruluşları aracılığıyla yönetildi fakat kaynaklara göre 2022’de aşağı yukarı 1500 Ukraynalı mülteci, “sıradan” Hollandalıların evlerine yerleştirildi. Hollandalılar Suriyelere ya da Somalilere neden evlerini açmadı veya daha mühimi, ülkeye giriş, barınma, çalışma gibi kurallar neden Ukraynalılar için çok daha esnek tutuldu, başka bir tartışmanın konusu. Sol kanattaki gazeteler sıkça dile getirdi bu çifte standardı. Irkçılık işte, deyip geçebiliriz. Veyahut Ukraynalıların alışkanlıklarının, inanç dahil kültürlerinin Hollandalılara daha yakın gelmesinden, dolayısıyla kendilerini daha az “tehdit altında” hissetmelerinden bahsedebiliriz… Sosyolojik, psikolojik sebepleri karmaşık muhakkak.
Romanda, Meryem’in beklenmedik sığınma hikayesini Cos’un büyükbabası farklı bir şekilde tecrübe ediyor ki bu tip şeyler olmuş gerçekten savaş bitince… Büyükbaba toplama kamplarından sağ kurtulup bin bir zorlukla Amsterdam’a dönünce görüyor ki evlerine Rotterdamlı bir aile yerleşmiş. Kendi evleri bombalanmış bu aileyle bir süre birlikte yaşıyorlar. Sıradan insanların kötülüğü üzerine Hannah Arendt’inkilere eklenecek pek bir söz yok şimdilik fakat sıradan insanların iyiliğini nedense pek konuşmuyoruz.
Kitap, birçok coğrafyadan ve farklı kültürlerden deneyimleri bir araya getiriyor. Araştırma ve yazma süreci ne kadar sürdü?
Fikrin aklıma düştüğü yıl 2015, basıldığı yıl 2023; yazım süreci yedi yıldan fazla sürdü. 2017 yazında Hollanda’ya taşınmamızla Hollanda ayağı, Yahudi ailenin atalarının toplama kampı geçmişi dahil oldu kurguya.
Araştırmam birkaç koldan yürüdü. Yahudi soykırımını kavrayabilmek için Hollanda’daki eski Nazi kampı/müzelerine ve Polonya’da Auschwitz-Birkenau’ya gittim. Toplama kampları en çok bilinen yüzü, fakat soykırımın birkaç boyutu var. Gettolardaki zulüm, açlık, maddi manevi yoksunluklar, “boşaltılmaları” sırasında yaşanan katliamlar; Einsatzgruppen, mobil Nazi birliklerinin eski Sovyet cumhuriyetlerinde işledikleri korkunç kitle kıyımları; hapishanelerdeki, karakollardaki işkenceler, ölümler; Anne Frank ile ailesi gibi yıllarca çok zor koşullarda saklananlar; kendileri toplama kamplarına giden trenlere bindirilmeden önce çocuklarını direniş grupları aracılığıyla tanımadıkları ailelere teslim etmek durumunda kalan anne-babalar; henüz çocukken yapayalnız kalmanın yanı sıra bir kısmının düştüğü ailelerde gördüğü kötü muameleler… Hepsi kendi başına ayrı, koca birer kabus. İngilizce, Hollandaca ve Almanca, basılı ve online kaynaklardan çok okuma yaptım. Claude Lanzmann’ın 1985 yapımı, dokuz saati aşkın Shoah’sı dahil belgesel, tanıklık, film, ne bulduysam izledim. Ailesi soykırıma maruz kalmış Avrupalı, Amerikalı Yahudi arkadaşlarımla yazıştım, konuştum, yeni tanışlar edindim.
Meryem’in Halep’ten İstanbul’a kaçış hikayesi beni ziyadesiyle zorladı; savaşın ne yazık ki halen sürdüğü topraklara gitmek mümkün olmadığı için bu alanda daha çok insana ulaşmak durumunda kaldım. Buradaki sivil toplum kuruluşları aracılığıyla özellikle Halep’ten kaçmış mültecilerle yüz yüze görüştüm. Orta Doğu tarihine, cihatçı örgütlere, güncel siyasi dinamiklere dair okumalar yapıp güvendiğim kaynaklardan gündemi takip ettim. Özelinde, Ezidi kadınların izlerini sürmeye çalıştım.
Bir de tabii Batya’yı yazabilmek için Amsterdam’daki oyunculuk okulu De Trap’de bir ay misafir olarak derslere katıldım.
Kitabın geçiş bölümleri merak unsurunu diri tutan bir akıcılıkla yazılmış. Ama tüm hikayeye bakarsak sürprizlerden çok insan hikayelerine, olaylardan çok karakterlere odaklanmış bir kurgusu var. Ve geniş bir dayanışma ağı var. Evdeki yardımcı kadından sınırdaki gazeteciye kadar herkes Meryem için elinden geleni yapıyor. Kitabın en umutlu tarafı bu dayanışma ağı. Bununla ilgili nasıl tepkiler aldınız, siz ne düşünüyorsunuz?
Birkaç yere sürpriz yerleştirdiğimi sanıyordum, demek sizi şaşırtamamışım. Romana başladığımda daha karamsar bir hikaye çıkaracağımı düşünüyordum aslında… Sonra, okuduklarımda, yüz yüze görüştüğüm onlarca kişinin anlattıklarında zulmedenler kadar iyilik edenlerin de var olduğunu gördüm. Günümüzde de böyle… İnsanı delirtecek kadar korkunç bir kıyımın sürdüğü işgal bölgelerinde barış için el ele çalışan İsrailli Yahudilerle vatansız Filistinliler var. Öfkelerine, acılarına rağmen… Dünyanın farklı şehirlerinde, tanımadığımız insanlara ses olabilmek, hükümetlere baskı yapabilmek için yürüyoruz, yolları kapatıyoruz, istasyonları işgal ediyoruz. Kötülük, dünya düzeninde şu an en organize erkin, devletin eline geçince geniş çaplı, uzun süreli ve yıkıcı oluyor. Fakat tersi de mümkün. Gandhi’nin, Mandela’nın bir ülkeyi nasıl dönüştürebildiği gibi örnekler de mevcut. Okurlardan bu nevi dayanışmaya dair olumlu yorumlar alıyorum; yine de umut edebiliriz, gibi… Ben de buna inanmak istiyorum. Ufak iyiliklerle bile fark yaratabileceğimize.
Beyhan Sunal – Gazeteduvar.com.tr