Herkes “iyiyim” diyor.
Bir salondayım. Herkes ne de güzel giyinmiş. Kusursuz takım elbiseler, gösterişli elbiseler, parlak ayakkabılar, titizlikle yapılmış makyajlar ve yüzlerde yapışıp kalmış o “her şey yolunda” gülüşü… Herkes “iyiyim” diyor. Herkes çok mutlu. Az önce kalbi kırılmamış, az önce eşiyle tartışmamış, az önce iftiraya uğramamış, kendini çirkin hissetmemiş gibi. Kimse narsist olduğunu düşünmüyor. Hiçbir maskenin ardında hüzün yokmuş gibi. Ama ey insanoğlu, ne kadar saklamaya çalışsan da bazı yaralar vardır; ne kabuk bağlar, ne de tamamen kanar. Hep oradadır. Sessizce, ağırlığıyla var olur.
Düşlerimiz bile bize düşman oldu.
İnsanlığın en büyük yanılgısı belki de fazla hissetmekte saklıdır. Fazlaca kalbi olan, fazlaca kulağı olan bir nesildik biz. Her şeyi derinlemesine duyduk, gördük, yaşadık. Bir acının kıyısından dönmeden bir başkasına çarptık. Her sabah, daha beter bir güne uyandık. Kaçmayı beceremiyorduk, durup bir şeyleri anlamlandırmayı da. Hayat üzerimize geldikçe, kendi içimize sığmaya çalıştık. Ama olmadı. Çünkü içimiz çoktan taşmıştı.
Hatta düşlerimiz bile bize düşman oldu. Rüyalarımız dövüyordu bizi, hayallerimizin gölgesi üzerimize çöküyordu. Kaçıncı kattaki gökyüzü taşıyamadı bizi? Sessiz ve umursamaz bir şekilde hangi laneti üzerimize aldık?
Zamanla anladık ki, insan hatırladıkça kayboluyor. Çünkü bir anıyı fazla düşündüğünüzde, o artık anı olmaktan çıkıyor. Sadece bir iz bırakmakla kalmıyor, varlığınızın merkezine yerleşiyor. Hatırlamak bazen unutmanın ilk adımıdır. Çok hatırlamak ise, o şeyin etkisini kaybettiriyor.
Eşit olduğumuza inandırmaya çalıştılar
Ama ya tereddüt? O içimizde büyüyüp bizi küçülten kararsızlıklar? Tereddüt, her birimizin içinde yazılmamış bir roman gibi. Paragraflar boyunca kesinlik arıyoruz ama bulamıyoruz. Soru işaretleriyle dolu bir hikâyede, noktalama işaretlerini bile kendimizden çalıyoruz.
Bir zamanlar bizi eşit olduğumuza inandırmaya çalıştılar. “Hepiniz aynı üniformayı giyiyorsunuz, hepiniz eşitsiniz,” dediler. Oysa eşitlik, aynı kumaş parçasını sırtımıza geçirmekten ibaret olamazdı. Aynı kıyafetin içinde bile farklı yükler taşıyorduk. Kimimizin sırtında hayatın ağırlığı vardı, kimimizde sadece günü kurtarma telaşı. Kimimiz evdeki sessizlikle boğuluyordu, kimimiz bitmeyen bir gürültünün içinde eziliyordu. Daha çocukken bile biliriz aslında, eşit olmadığımızı. Ama oyunun bir parçası olmaya razı geliriz. Çünkü çocuklukta oyun, gerçeği örter.
Yetişkinlikteyse oyun biter ve herkes maskelerini çıkarır. İşte o zaman anlarsınız: Eşitlik bir yanılsama, denge ise ulaşılması zor bir arayıştır.
İnsan en çok kendinden yoruluyor
Şimdi her şeyin fazlasıyla dolup taştığı bir dünyadayız. Fazla bilgi, fazla korku, fazla anlam yükleme… Ama bütün bu fazlalıklara rağmen, derinlerde hep aynı eksiklikle yüzleşiyoruz. Duyulmamışlık, anlaşılmamışlık, eksik bırakılmış bir cümle gibi tamamlanamamışlık… Hayat, bize hep eksik bir şey sunuyor. Ve belki de bu yüzden, fazlalıklarımızla eksikliklerimizi doldurmaya çalışıyoruz.
Ama olmuyor. Fazla olan her şey, eksikliği daha da derinleştiriyor. Tıpkı fazla hatırlamanın unutmayı getirdiği gibi, fazla yüklenmek de bizi yalnızlaştırıyor. İnsan, en çok kendinden yoruluyor. Çünkü kendi içimizde ne eşitiz, ne dengeliyiz, ne de huzurluyuz. Tereddütlerimizle yaşıyoruz, pişmanlıklarımızla uyuyoruz, hayallerimizle dövüşüyoruz. Ve en sonunda, bir çığlık bırakıyoruz arkamızda.
Herkes çocukluğundan vurulur
Geçen gün Teoman’a sordular, “Annen sana çok düşkün, değil mi?” diye. O ise yalnız bir gülümsemeyle, “Annem bana değil, kendine düşkün,” dedi. Çünkü o da çocukluğundan vurulmuştu. Ve anladık ki herkes, bir şekilde çocukluğundan vurulur. Kimi sevilmeyerek, kimi sevilmekten ezilerek. Ama herkes, aynı yerden değil, aynı yara iziyle büyür.
Bu yüzden, bir salonda herkes “iyiyim” derken, bizler de bu maskeli balonun parçası olmaya devam ediyoruz. Çünkü insanoğlu, en çok kendiyle savaşıyor. Ve belki de en büyük yenilgisini kendine karşı alıyor.
Hayat, belki de yalnızca bu: Fazlalıklarımızın gölgesinde eksikliklerimizle baş etmeye çalışmak. Ama baş edemiyorsanız, durun. Çocuk yapacaksanız önce çocukluğunuzu büyütün. Çünkü büyümemiş bir çocukluğun yükü, kendi çocuğunuza devreder kendini. Ve o çocuk, sizin sustuğunuz çığlıkları miras alır.
Maskeleri düşürdüğümüzde belki de ilk kez göreceğiz: Eksik ama gerçek olan bir yüz, “iyiyim” demeye çalışmaktan çok daha güçlüdür.
Özlem Ok- NHaber.nl